Yılmaz Güney’e saldırmanın bayağılığı üzerine

Yılmaz Güney’e, sinemanın bu dahi insanına yönelik linç kampanyası her yıl artarak büyüyor. Irkçı ve şoven kesimlerce ona karşı yürütülen bu linç kampanyasının, aslında, onun her zaman sahiplendiği Kürt kimliğine ve bu doğrultudaki düşüncelerine karşı yürütüldüğü son derece bariz. Ona bu saldırıları yönelten kesimlerin sıklıkla kullandığı “O bir katil ve bir bölücü” söylemleri de zaten ona yönelik bu nefret söyleminin arkasındaki esas saikleri bariz bir biçimde ortaya koyuyor.

Evet. Yılmaz Güney bir insanı öldürmüştür. Fakat bu, önceden, bilerek ve tasarlayarak, yani hukuk diliyle “taammüden” işlenen bir cinayet değil, o anda gerçekleşen gereksiz bir kavga sonucu olan bir şeydir. Zaten ona verilen 19 yıllık hapis cezası da bu eylemin taammüden değil, o anda maktulle yaşanan fiziki bir kavga sonucu olduğunun kanıtıdır.

Bu talihsiz olayın temelinde yatan esas olgu da onun kişiliğinde başat olan kendi onuruna düşkünlüğünün yanı sıra olay esnasında oluşan tahrik ve gereksiz kabadayılığıdır. Yine bunun yanı sıra hem kendisinin hem de maktulün aşırı derecede alkollü olmuş olması da bir başka etkendir.  Sonuç iki taraf açısından da dramatiktir. Bir yanda gereksiz bir kavga sonucu öldürülen bir insan ve yine bu acı olay sonucu hapse giren ve en verimli döneminde yitip giden yedi yıllık bir hapis hayatı.  

Aklı başında hiç kimsenin asla savunmayacağı bu elim hadisenin yanı sıra, yine ona yönelik linç kampanyasında kullanılan bir diğer argüman ise onun eski karısına karşı kimi zaman kullandığı iddia edilen şiddetidir.

Bu konuda, öncelikle, bir erkeğin, bir kadına karşı şiddet uygulamasının her koşulda eleştirilmesinin gerekliliğini vurgulamamız gerekiyor. Ona isnat edilen bu eylem, aklı başında bir insanın tasvip etmeyeceği bir şeydir. Onun kişiliğinde baskın olan “maço erkek” karakteri de, ona isnat edilen şeyi haklı çıkarmaz.

Fakat, onun, sanatının değil, kimi zaaflarının konuşulması ve bundan ötürü ona yönelik linç kampanyasının sürdürülmesi, tamamen ona yönelik hasmane bir tutumun yansıması olarak okunmalıdır.

Çünkü, bilindiği gibi, dünya tarihinde iz bırakan düşünürler, filozoflar, siyasi liderler ve sanatçılar, her zaman, özel yaşamlarından ve bu alandaki kimi zaaflarından azade bir biçimde, ortaya koydukları eserlerle anılırlar. Esas olan, onların özel yaşamlarındaki kimi zaafları ve hataları değil, ortaya koydukları eserleri ve gerçekleştirdikleridir.

Bu noktada, yazıyı uzatmak ve okuyucuyu sıkmak pahasına birkaç örnek vermek istiyorum:

Jean-Jacques Rousseau, çağının en büyük düşünürlerinden ve filozoflarından biriydi. Fransız ihtilali çok büyük ölçüde onun eserlerinden etkilenmişti. Sadece Fransız ihtilalcileri değil, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme alanlar da onun “Toplum Sözleşmesi” düşüncesinden ziyadesiyle etkilenmişlerdi ve bu bildirgeyi, onun düşünceleri çerçevesinde oluşturdular.

Ama, Rousseau’nun özel yaşamına baktığınızda bambaşka bir insan portresi ortaya çıkıyordu. Birçok kadınla ilişki yaşadı ve bu ilişkilerini “İtiraflar” adlı yapıtında yayınladı. Bazı çağdaşları bunları utanç verici detaylar olarak değerlendireceklerdi. Beş çocuğu oldu ve o, acımasızca tümünü yetimhaneye yerleştirdi.

Ama sonuçta o Rousseau idi ve Fransız ihtilalcileri, devrim sonrasında onun küllerini Pantheon’a (Ulusal Kahramanlar Anıtı) yerleştirerek onu onurlandıracaklardı.

Yine, sanat dünyasında, bu konuda çarpıcı isimlerden biri de performansı kayıt altına alınan ilk Caz sanatçısı olan Sydney Bechet idi. Caz müziğin dünyayı kasıp kavurduğu 20.YY’da, o, bu müziğin en büyük dâhilerinden biriydi. Halen de bu alanda ismini tarihe yazdıran bu sanatçı, tecavüz suçlamasıyla yargılandı, suçlu bulundu ve bu suçundan ötürü hapis yattı. Fakat müzik dünyası onu, bu yönüyle değil, Caz dünyasındaki haklı şöhretiyle anar.

Frida Kahlo, dünya çapında büyük bir ressamdı. Salt ressamlığı ile değil, onun yanı sıra politik görüşleri ile de halen dünyada bir ikon olan Kahlo, yine kendisi gibi ressam olan Diego Rivera ile evliliğini sürdürdüğü dönem boyunca Meksika’da sürgüne bulunan Troçki’yle, onun öldürülmesine kadar aşk ilişkisi yaşadı. Ama bu durum, Kahlo’nun, ne sanatındaki ustalığını ne de dünyada bir ikon olmasını gölgelemedi.  Bu çarpık ilişkiyi sürdüren sadece Kahlo değildi. Şiirleriyle, Sovyet devriminin en büyük şairlerinden biri olarak tanınan Mayakovski bu konuda bir başka örnekti. 1915’te, yolu Lili Brik’le kesişmiş, intihar ettiği 1930 yılına kadar, yani 15 yıl boyunca onunla büyük bir aşk yaşamıştı. Burada da vurgulanması gereken şu ki, Lili Brik, Mayakovski ile birlikte olduğu tüm bu dönem boyunca evliydi. Brik, sonrasında, Mayakovski ile olan birlikteliğinin eşinin bilgisi ve onayı dahilinde devam ettiğini söyleyecekti. Fakat, Mayakovski ismi söz konusu olduğunda esas olan bu büyük şairin çarpık ve tuhaf ilişkisi değildi. O, “Sovyet Devriminin Büyük Şairi” idi. 

Jack London, edebiyat dünyasının yetiştirdiği en büyük yazarlardan biriydi. Fakat London, bunun yanı sıra saplantılı düzeyde bir ırkçıydı. Amerikan Sosyalist Partisi’nin kongresinde ırkçı görüşlerinden dolayı eleştirildiğinde, bunu reddetmek yerine, “Ben önce bir Beyaz, sonra Sosyalistim” diyerek ırkçılığının arkasında duracaktı. Fakat Jack London, dünya edebiyatınun unutulmazlarından biriydi.

George Gordon Bylon, İngiliz bir şair ve Romantizm akımının önde gelen isimlerinden biriydi. Sadece bu kadar değil, Byron’un ünü ülke sınırlarını aşmış, Rus edebiyatı üzerinde bile büyük etkiler bırakmıştı. 1823 yılında, Yunanistan’a geçmiş, Yunanlıların Osmanlı’ya karşı bağımsızlık mücadelesine katılmıştı. Sonrasında Yunanlıların ulusal kahraman ilan ettikleri Bylon’ın, hakkında yazılanlara göre, sadece Venedik’te, bir yıl içinde 250 kadınla ilişkisi olmuştu. Bu listenin içinde, üvey kardeşi Augusta Leigh’de vardı. Yine Byron kendisini sadece karşı cinsle sınırlamamıştı. Çünkü bu listenin haricinde, bir de çok sayıda reşit olmayan erkek çocukları da vardı.

Louis Althusser, Fransız Komünist Partisi’nin önde gelen beyinlerinden biriydi. Sahip olduğu büyük entelektüel birikimiyle, Dünya Komünist Hareketi’nde saygın ve önemli bir isimdi. 1980’de, eşini boğarak öldürdü. Fakat, kimse Althusser’i kadın katili, hele ki de kendi karısının katili olarak tanımlamıyor.  

Bunlar bir çırpıda aklıma gelenler. Bu konuda kısa bir araştırma ile bunlar gibi yüzlerce örnek bulmak mümkün. 

Peki, Yılmaz Güney, işlediği talihsiz bir cinayet ve kadına şiddet uygulayan yapısının dışında, sinema dünyasındaki ölümsüz ismiyle anılmayı hak etmiyor mu? Neden onun dünya çapındaki haklı şöhreti göz ardı edilerek sadece kimi zaafları konuşuluyor.

Neden, onun, kendi milletinin gerek ulusal gerekse de sınıfsal sorunlarını büyük bir ustalıkla beyazperdeye yansıtması konuşulmuyor.

Koçero (1964) filminde, Kürdistan’da, koşulların zorlaması sonucu dağa çıkan adil ve hakkaniyetli bir eşkıyanın hikayesinin, Hudutların Kanunu’nda (1967) yoksulluk ve çaresizlik sonucu sınır kaçakçılığı yapan Hıdır’ın yaşamının, Seyyit Han (1968) filminde, Seyyit isimli bir Kürt gencinin sevdiği kadın olan Keje için, köyün ağası olan Haydar beye karşı mücadelesinin, Aç Kurtlar (1969) filminde, önceden öğretmenken karısının öldürülmesi üzerine eşkıyalığa başlayan Serçe Memet’in öykülerinin ustalıkla işlenmesi konuşulmuyor.

Bu ülkenin sinema tarihinde, tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilen Umut (1970) filminde, filmin esas kahramanı Faytoncu Cabbar’ın dramını, onun, ailesini geçindirme çabasını, hayat mücadelesini, bu uğurda yaşadığı çaresizlikleri bir başyapıt kıvamında işlemesi hatırlanmıyor.

Neden, bu büyük ustanın, Ağıt (1971), Endişe (1974) filmlerinde, yine kendi halkının dramına ışık tutmaya çalışması görmezden geliniyor.

Kürdistan’da, Pervari’de, koçerlerin zorlu yaşamını ve bir büyük dramı ele aldığı Sürü (1978) filminde, filmin esas karakteri Şivan’ın; kendi ailesinin düşmanlığına rağmen, karısı Berivan’ı sahiplenmesi ve yine onu tedavi ettirememesinin çaresizliği, filmin sonunda, ailenin reisi Hamo’nun, sürülerinin başına gelenlerden ötürü tükenişi ve çığlığının, bu filmi izleyenlerin yüreğinde bir yara olarak kaldığı gerçeği görmezden geliniyor.

Ve son olarak, ona, Cannes Film Festivali’nde en büyük ödülü kazandıracak olan ve ismini, dünya sinema tarihine adını altın harflerle yazdıracak olan Yol (1982) filmindeki muhteşem sanatı konuşulmuyor.  

Bu konuda, Türk sinemasının en büyük eleştirmenlerinden Atilla Dorsay’ın, 27 Ocak 2000 tarihinde, Sabah gazetesinde Yılmaz Güney hakkında yazdıkları, aslında bu konuda bir somut gerçeğe projektör tutar:

“Güney lümpen miydi? Marksist terminolojiyi hatmetmiş değilim, ama sanırım evet. Kökenleri, eğitimi ve yaşam serüveni onu kaçınılmaz olarak lümpen yapmıştı. Bu bir suç mu? Güney katil miydi? Orada değildim, ama büyük bir olasılıkla evet. Ama bu cinayet zaten onun lümpenliğinin ve kamudaki imajının kaçınılmaz sonucuydu.

(…) Peki biz toplum olarak, Güney’i hangi kimliğiyle hatırlamalıyız? “lümpen katil” olarak mı? Yoksa o birbirinden güzel filmlerin, bunca yıl sonra hâlâ insanın gözünden yaş getiren senaryoların yaratıcısı olarak mı? Dünya bu konuda kararını çoktan vermiş. Larousse’dan Halliwell Filmgoer’s Companion’a tüm ansiklopedik kaynaklarda yer alan hemen tek Türk sinemacısı o. Filmleri Film Guide’lara girmiş tek sanatçımız. Peki Nazım üzerine artık oluşmuşa benzeyen ‘‘consensus’’ Güney’den niye esirgeniyor?”

Dorsay’ın bu haklı sorusunun cevabı ise, yukarıda da vurguladığım gibi bu büyük ustanın, kendi milli kimliğini kararlılıkla sahiplenmesinde, kendi milletinin özgürlüğünü kaygılarının merkezine almasında ve son olarak, onun, vefatından kısa süre önce Paris Kürt Enstitüsü’nün Newroz gecesindeki konuşmasında sarf ettiği bu cümlede yatıyor:

“Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir. Yaşasın Bağımsız, Birleşik Demokratik Kürdistan…”


Ercan İlgin

21.09.2023

Diğer yazıları: Mehabad – Qazi Muhammed ve Mela Mustafa Barzani


 

() PeyamaKurd

Bu makale yazarın görüşlerini yansıtmaktadır. PeyamaKurd'un yayın politikası ve editoryal paradigması ile her zaman uyumlu olmak zorunluluğu yoktur.